Basit
bir şehrin sırf sen olduğun için anlam yüklü sokaklarında yıllarımı büyütmüştüm.
Hiç bir çekiciliği yoktu senden önce. Yeşili sarı, mavisi uçuk kaçık, dört yanı
dağlık dört yanı kuraklık. Ağaçları saymak en kolayıydı bir elin on parmağı.
Kurumaya yüz tutmuş dere yatağı. Durmadan şehre sezonluk senfoni veren
kurbağaları.
İsyankârdım
ben ya da gençliğim. Çok ta düşünmeden günümü geçirdiğim. Hep yalnız, hep tek
başıma. Dışımda savaşlardan yıkılmış kalıntıların resimleri, içimde bahar bahçe rengârenk
kır çiçekleri. Bir korumaydı sanırım bu duruşum hayata karşı. Esrik vakitlerden
firari saatlerden biriydi seni gördüğüm. Seni gördüğüm ve sende öldüğüm. Seni
gönlümün zindanına, beni sana sürdüğüm.
Kıvır, kıvır saçların omuzlarından
beline sarılmaya çalışırken. Gözlerin hiç görmediğim ama hayalimde ezbere
bildiğim o ürkek ceylanların gözleri gibi tedirgin. Belki de bir merhabayı ilk
defa bu kadar uzun bekledim. Bankların sıralı, sırtını dayadığı koridor duvarında
bir tören geçişi gibi kantinin dar ama seni bana veren kasım akşamında bir
melodi başlamıştı dudaklarımızda. Kalabalıklar arasında usulca yankılanıyordu
AŞKIN HİKÂYESİ’NİN kelimeleri kulaklarımızda.
Arkadaşların arasından çekip
almıştım seni. İki bina arasında aheste adımlarla tüketmiştik geceyi. Bitmesini
istemediğimiz voltalara başlamıştı ömrümüz. Hava serin, gece karanlık, yerler
ıslak. Ara sıra bizi ıslatıyordu kar dönmeye yüz tutmuş gökyüzü sağanak, sağanak.
Neden göremiyordum senden başka hiçbir şeyi? Beni kör eden bu geceye, bu yola, adımlara
hepsinin sebebi sana neden beceremiyordum kızmayı ve söyleyemiyordum kör
gözlerimi unutturan senin pamuk
ellerinden tutmayı.
27 Mart 2014 – parça 2..